Monday, February 27, 2006

Yanı başımda. Uyuyorsun. Belgrad ormanlarının braz üzerindeki çadır köşkünde uyuyoruz. Bu yolculuğa çıkalı kaç vakit olmuştur bilmiyorum. Belgrad ormanları yürümekle tükenmez. Amazon ormanlarından daha engin, İstanbulun dehlizlerinden daha da derin. Tek başına ormandaki hayvanlara karşı savaşmak zahmetli.

Uyuyorsun. Yanı başımda. Ben de kendimce bu satırları dolduruyorum. Her gün yaşamımın zamanını doldurduğum gibi. Mürekkep in akıp zamanı çizdiği gibi. Aslında beni sevmiyorsun. Her şey neredeyse bir zorunluluktan. Hayat zorunluluklarla doludur herhalde. Herhalde diyorum çünkü emin değilim. Yeterince gün doldurmamışım sanırım hayallerimin ölmesi için. Hep zorunlulukların bir gün geçeceğini düşlüyorum. Ama sen bana sonsuz mutluluk hayalleri kurduğum için kızıyorsun. Kızıyorsun. Belki de kızgınsın. Bana değil aramızdaki zorunluluğa.

Bazen Belgrad ormanları içerisindeki yürüyüşlerimiz boyunca kendi kendime düşünüyorum da:özgürlük diye hayalini kurduğum şey nedir diye. Yaşamak için bile zorunluluğa ihtiyacımız var. İhtiyaç bir zorunluluk. Bedeni bir zorunluluk. Ama bedenim bir hayat. İçinde dolaşan nefes bir can. Bu dünya yüzüne gelmiş en kendi başına, yoktan varolmuş tek şey. Yanımda uyuymaya devam ediyorsun. Sana baktım da: sın birkaç aydır yüzün nasıl da eridi; ve tam tersi kaşların kalınlaştı. Sanırım Belgrad ormanlarına has bir evrim geçiriyorsun. Bir de uzun yılar boyunca aldığın kaşlarınla artık uğraşmaktan vazgeçtin. Umrunda değil. Zaten burada seni benden başka kimse görebilecek durumda değil.Belki de ondan almıyorsun artık kaşlarını. Bana ve kendin için güzel olmanın bir anlamı yok artık.

Sana bakarken, kendi kıllarıma takılmadan edemedim. Bacaklarımdaki siyah tomarlara. Düşünüyorum da benim kıllarım senin kıllarının yanında çok daha az olmasına rağmen çok daha fazla görünüyorlar. Sen sarışın; ben esmer. Aramızda aylar boyu biriken kir olmasa çok farklı iki tene sahibiz. Ama o dayanılmaz kir, yani toprak ikimizi neredeyse aynı renge bürümüş. Koyu bakır rengi. Toprağa neden kir dediğimden emin değilim. Belki de eski yaşamımı özlüyorum. Reklamları, televizyonu, bir evi, sıcak su ve sabunla yapılan sıcak bir banyoyu. Şu an banyo yapsam, herhalde gözeneklerim bir yıl açık kalacak kıvama gelmişlerdir.

Nasıl oup da zorunluluk haline geldiğimizden pek emin değilim. Ne zaman ve nasıl olduğunu biliyorum. Hayatın elirli anlarında karşılaştık ve şimdi buradayız. Ama kurduğumuz çadır bana huzur veriyor. Belgrad ormanı dediğin o ilk günü hiç unutmuyorum. Beni sürüklemiştin. Çok korkmuştum. Belgrad ormanları hakkında ne söylendiğini biliyorsun. Sansürleyerek söylemek gerekirse: Sarı perdelerini aralayan, nefes alınca içine yutan İstanbulun akciğerleri. Bir sürü damardan oluşan, arada hastalanan, sonra yavaş yavaş iyileşen bir organizma. Benden ve senden farklı olduğu ve aslında aynı toprak üzerinde yuttuğumuz için canlarımızı kabul etmiştim. Belki de kabul etmeme kalmamıştı. Sen çoktan beni buraya çekiştirmeye başlamıştın. Belki de İstanbulun dehlizlerine beni ittiğinde sonumuzun Belgrad ormanında biteceğini anlamam gerekirdi. Şimdi aklımda hiçbir son yok. Ancak ara ara, kendimi hatırlamak için başlangıçları düşünüyorum. Yoksa salt topraktan ya da bir bitkiden farkım kalmayacak. Sen buna inat diyorsun ama bence bu farklılık. Kimse kimseyle, hiç bir şey hiçbir şeyle aynı değildir. Bir aynanın kırılan parçaları. Sirklerdeki boyalı yüzlerden ve Luna Parktaki komik aynalarından farklı olduğumuzu da sanmıyorum.

Bazen de çok fazla farklı hissetmeye başlayınca, hani şımarıklık derecesinde ve ilginç bir şekilde bu senin çok hoşuna gidiyor. Bunu tam anlamıyorum. O zaman işte tam da sana inat topraklara yatırıyorum kendimi; bahanem de banyo almaya gidiyorum. Sen tam olarak ne yaptığımı bilmiyordsun bu banyo seanslarında. Gittiğim zaman yeniden seni bulmak Belgradormanı içerisinde bikaç zamanı buluyor. Geri döndüğümde endişeli gözlerle buluyorum seni. Ormanda yalnız kalmaktan hoşlanmıyorsun. İlk ayrı gecemizde ağaç kavuklarına gizlenmiş bulmuştum seni. Kamufle etmek için kendini, çamurlara ve teşil yapraklara bulanmıştın. Korkudan titriyordun.

Seni o şekilde bulunca sanırım ben daha çok korkmuştum. Sanırım en sonunda kaybettiğini sanmıştım. Bekaretini. Akıl bekaretinin zincirleri vardır. Yıllarca yıkmaya çalıştığımız. Ayrı ayrı ve bazen ortak. Her çözülüşte isminin bir harfini suya yazmayı başardığın anlar. Öyle anlarda, kırık aynanın birkaç parçası bir araya gelir ve insan kendini birkaç saniyeliğine de olsa kendini görür ve görebildiklerinden geriye gelen ışığın görüntüsünü. Bütün bunlar için koşulların gerçeküstü olması gerekir. Zaten gelen görüntünün tersten düze dönüşmesi zaman isteyen bir uğraştır. Bu görmekten farklıdır. Bu izlemekten de farklıdır. Anlatması zor.

Akıl Belgrad ormanlarının girilmemiş köşelerine benzetmem abes.Lakin Belgrad ormanı öyle günlerce gezinerek bilinebilen köşelere sahip değildir. Bazen etçiğin yerden bilmeden geçersin. Tek tanıdık şey ağaçlar arasında yürüyen orman yolcularının açtıkları patika yollardır. Ya da bazen oraya buraya bıraktığımız taşlar yol göstericidir. Ama geçiğimiz yerleri bilebilsek bile orman engin bir biçimde değişir. Her an bir hayvan bir yerden diğer bir yere bir hareket yapar. Yaprakların ya da taşların bile bazen yerinde kalmaları mümkün olmaz. O yüzden benzetme abes. Aklın girilmeyen köşesi olmadığına eminim ben. Ama bazen insan patikaları bile tanıyamaz olabilir. İşte o zaman orman içinde dinlenecek bir ateş vermeye hazırdır. Tıpkı aklımızın kendini çekip, kendini yutmak için nefes almaya başladığı anlar gibi. Ama nefes almanın bile zincirleri vardır. Yani aklımızın ermediği çok şey vardır. Belki de asla ermeyecek. Buraya geldiğimden beri, soluk almaya başladıkça kendimi bakire bir papaz karısı gibi hissediyorum. Her ne kadar arada seninle ihtiyaç dahilinde sevişsek de.

Orman seni cazibeli kılabiliyor. Bunu itiraf etmeliyim. Ay ışığı, yanan çalıların kokusu ve rengi ve ateş üzerinde pişirdiğimiz ebe gümeci suyu zehir etkisiyle sarhoş ettiğinde, bütün bu düşünceler gidiveriyor ve sadece vücudunla baş başa kalmak istiyorum. Aslında düşününce, ben senin gölgene ihtiyaç duyuyorum sanırım; bedeninden öte. Gölgen çok güzel. Çalı ateşinde daha da karanlık. Bazen beni boynumdan öperken, sana sarılır gibi yapıp gölgelerimizi izliyorum. Bir de ayaklarımın altında btünleştiğim karınca leşlerinin kokusunu alıyorum. Bu genelde ayaklarıma takılıp kalıp, beni yukarda beklettiğin anlarda aklıma gelen düşüncelerden. Bazen çok uyuşuksun. Sana göre bu tutku ama bence bazen sevişirken tembelsin. Biraz da sapkın. Ama masum değiliz hiçbir zaman. Belki de seni şimdi uyandırmalı ve seks hakkındaki düşüncelerini sormalıyım. Bu konuda kouşmadığımıza eminim...

No comments: